30 Ocak 2012 Pazartesi

Adalet mi ? O da Ne ?


Güneşin ilk ışıkları daha aydınlatmamıştı bile sokakları, daha ne kuşlar uyanmıştı nede insanlar, ezan bile okunmamıştı. Tabiri caizse karga bile bokunu yememişken uyanı verdi çocuk her sabah ki gibi. Yine çıkmak istemiyordu yataktan, o sıcak yatağı bırakıp sabahın ayazında mecburiyetten de olsa çıkmak ona artık bıkkınlık versede kardeşlerini, annesini aklına getirdiğinde o sabahın tüm ayazı birden yakıcı bir güneşe dönüyordu.

Yataktan kalktığı gibi önce derme çatma evindeki tuvalete gitti elini yüzünü yıkamaya. Su çok soğuk olduğu için parmak uçlarını ıslatıp göz kapaklarındaki çapakları temizlemeye başladı. Daha sonra önce annesinin sonrada kardeşlerinin odasına baktı. Kardeşlerinin odasına baktığında üstlerinin açık olduğunu görüp üşümemeleri için bir çırpıda üstlerini örtü verdi. Ev soğuktu, akşamdan bıraktıkları kömür sobası sönmüştü. Hemen sobaya yaklaşıp küllerini temizledi. Önceden kırmış olduğu odunları alıp sobayı yakmaya uğraşıyordu. Birden kirlenen elleri gözünün önüne geldi. Ellerini yine soğuk suyla yıkayacak olması biraz olsun onu üşengeçleştiriyordu. Sobayı yakıp evin o soğukluğunu kırdıktan sonra odasına dönerek üstünü değiştirmeye gitmişti. Öyle bir ne giyecem karamsarlığı da yoktu. Zaten topu topu üç beş kıyafeti vardı annesinin her seferinde yamaladığı. Dün giydiği kıyafetleri tekrardan giydi söküğüne yırtığına aldırış etmeden. Kapıya doğru yönelerek ayakkabılarını giymeye başladığı sırada daha önce ısıtması için içine koyduğu gazete kağıtlarının ıslanmış olduğunu fark etti. Onları çıkarıp yeni gazete kağıdı koymak istiyordu fakat evdeki son gazete kağıtlarını sobayı yakmak için kullandığını hatırlayıp tatlı bir tebessümle ayakkabılarını giyip gözlerinin parlaklığı ile dışarıya doğru yürümeye başladı.

Hava iyiden iyiye aydınlamaya başlamıştı. Ezan sesleri yolda yürürken kulaklarında çınlıyordu. Her sabahki gibi sırasıyla mahallesindeki esnaflara selam vererek yürüyordu soğuğa aldırış etmeden. İsyanı yoktu hiçbir şeye. Hayat yine de devam ediyordu onun için iyisiyle kötüsüyle. En ufak şeylerden mutlu olmayı becerebiliyordu. Kendi yaşıtlarını gördükçe sadece içinde ufak bir buruklukla öylece gülümseyerek geçi veriyordu. Yaşıtları okurken o erken yaşta hayata atılmış ailesine bakmak zorundaydı. Hayat belkide sınıyordu çocuğu.

Çocuk tamirci çırağıydı, kalfa olmasına usta olmasına daha yıllar seneler vardı. Belki de isteyerek yapmıyordu bu mesleği ama yine de severek yapıyordu çalıştığı işi. Sonuçta yemek yediği kaba sıçacak bir çocuk değildi. Ahmetti çocuğun adı ve nice Ahmetler var bu şekilde yaşamaya çalışan. Birileri mutluyken birileri hep mutsuzdur, birileri aç yatarken birileri hep tok yatar. Birileri yarını düşünürken birilerinin yarından haberi bile yoktur. Hayat işte….

29 Ocak 2012 Pazar

Eski Bir Defter


Çok yaşlıydı, seneler önce kitapçıları gezerken göze çarpan o ihtişamlı görünüşüyle belki ilerde lazım olur edasıyla alınmıştı. Tabi bilmek imkansızdı uzun senelerin içine sığdırılacağı. Kalın bir defterdi, kahverengi bir kapağı vardı. Yaprakları birinci sınıftan oluşan kağıtlarla donatılmıştı. Hani insanın yazmaya bile kıyamayacağı türden bir şeydi bu. Hevesle alınan ama anlamı zamanla büyüyecek olan bir defterdi bu.

Yıllar bir birini kovalarken artık miladını doldurmuştu bir köşede. Kimi zaman ihtiyaç duyulan, kimi zamanda varlığı yokluğu bile anlaşılmayan bir defterdi bu. İnsanın hayatından izlerini de taşıyor olması bu durumu hiçbir şekilde değiştirmiyordu, yapacak pekte bir şeyi yoktu da. Aslında insanın en büyük arkadaşlarından, dostlarından biriydi önemsiz bir nesne olarak gözükse de. İçinde en derin acılarımız, en güzel mutluluklarımız saklıydı. Belki de paylaşmak için sabırsızlandığımızda güzel şeyleri ilk aradığımız şeydi bu defter. Yıllar sonra karşımıza çıktığında içindekileri okudukça yüzde bir tebessüm bırakacak, ama öyle böyle bir tebessüm değil, içten samimi ve hiç olmadığı kadar güzel bir tebessüm bırakacak bir defterdi bu. Her nekadar şimdilerde dolu sayfalarının sararmış ve yırtılmaya yüz tutmuş olmasına rağmen, içinde barındırdığı tatlı, acı anıları ile birlikte bir köşede öylece tekrardan o eski ihtişamını en azından yazılarak olmasa da okunarak bekliyordu. Belki bir ruhu bir kalbi yoktu ama sahip olduğu şey bizim duygularımız dı bizim ruhumuz bizim kalbimizdi. Aslında o defter bizdik bir parçamız dı farkına varabilseydik…

28 Ocak 2012 Cumartesi

Başlık Bulsam Koyacaktım


Elleri soğuktan üşümüştü. Üç gün önce sürdüğü o kırmızı ojeleri yarım yamalak kalmıştı soğuktan. Isıtabilirdi üşüyen ellerini montunun cebine sokarak, ama o bu yolu bir türlü seçmiyordu. Arada sırada yaktığı sigaralardan bir tane daha yakarak avuçlarını, ellerini o şekilde ısıtmaya çalışıyordu bu soğuk ve karlı havada. Birkaç metre ilerde bulunan cafeye de girebilirdi aslında isteseydi, sadece göz ucuyla bakmayı tercih ediyordu.

Yavaş ve yorgun adımlarla yürümeye başladı cadde boyunca. Nereye ne için ve nasıl gideceğini bilmeden. Aklında gideceği yada gitmek istediği bir yer olup olmadığıyla ilgili hiçbir düşüncesi yoktu. Siyah dizlerine kadar uzanan paltosunun düğmeleri boynuna kadar kapalıydı, kafasına taktığı o tüylü ve kulaklarını kapatan şapkası vardı. Saklanıyordu sanki birilerinden, ayakları su almıştı. Daha çok üşüyordu yürüdükçe. Yağan yağmur ve esen rüzgar iliklerine kadar işlemişti, hasta olacaktı eğer böyle devam ederse.

Bilmiyordu ne yapacağını kadın. Şaşkın gözlerle etrafına baka baka sadece yürüyordu kafasında hiçbir düşünce olmadan. Hergün gördüğü yaşadığı durumlara şaşkınlıkla bakıyordu. Bir anlam vermeye bir şeyler yüklemeye çalışıyordu bu olanlara, insanların koşuşturmasına. Neydi amaç ?

Kimi zaman öyle anlar gelir ki başımıza, ne olduğunu ne bittiğini bir türlü anlamayız yada çözemeyiz. Her şey yolunda olsa da o içindeki sıkıntı dört bir yanını sarar durur. Bir nedeni yada sebebide yoktur. Bir neden sebep aradıkça daha çok batarız içine. Yaptığımız hiç bir şeyin bir zevk vermediğini görürüz. En sevdiğimiz şarkıyı dinlerken yada diziyi seyrederken bile o an bize saçma gelir. Diyorum ya bir neden sebep yoktur. Hayatta bazen nedensiz sebepsiz şeyler de oluyor işte.

Neyse konuyu bir yere bağlamayacam, sosyal bir mesajım da yok öyle salladım işte…..

27 Ocak 2012 Cuma

Saçmalamak


Saçmalama otur oturduğun yerde, sana göre değil koşmak. Gülme, yakışmıyor sana gülmek hak etmiyorsun. Ağlama da, ağlamakta yakışmıyor sana. Sen kal, dur orada. Sus, sustukça sıra sana gelmeyecek. Sana gelen bana da gelmeyecek. Bekle, bekleyebildiğin kadar, konuşmadan, susmadan, gülmeden ağlamadan dur sadece. Bir heykel gibi, putlar gibi kal kalabildiğince. Nefes bile alma, aldığın nefes haram sana. Solduğun oksijen çaldıklarından, yapma sakın gelme, gitme, yürüme konuşma dur sadece durabildiğince. Bir çiçek gibi kal, saksıda duran sadece süs olsun diye konulan bitkiler gibi. Bitkisel hayata gir anlamsız hayatında. Oksijeni alıp verdiğin karbonları tut içinde salma dışarı, öl, öldürmeden öl. Bir dua okunursa şayet bedduan olsun olabildiğince. Belki tutar, ya tutarsa, ya tutup ta bırakmazsa, bırakıp ta tutamazsa, ya kasten bir cinayet işlerse faili meçhul. Kim verecek yada verebilir ki hesabını. Yazacaksa veresiye defterine verilmeyecek hesap yoktur, dolduğunda taşıyorsa defter ya yüzsüzdür yada vurdum duymaz. Saçmalayabilmek saçmalıkların saçmalanmış olduğu en büyük saçmalıktır aslında. Saçmalamaksa aslında bazen en güzel şeydir saçmalayabildiğince saçmalamak ona buna aldırış etmeden. Kimin ne dediğinin bir önemi olmadan. Saçmalamak işte saçma sapan saçmalamak…

14 Ocak 2012 Cumartesi

Canım Sıkıldı Yazdım


Başladığı gibi bitmemişti, gülümsemeyle başlayan şeyler genelde göz yaşlarıyla sona ererdi, her ne kadar başladığı gibi sürmesi dilense de yürekten. Güzel sözlerle başlayan kelimelerin aylar sonra küfürlerle bitmesi hiçte tesadüf değildi aslında. Aksini düşünmek hayal gücünün sınırlarını zorlamak gibi bir şeydi işte.

Uyanıldığında yeni bir sabaha sanki her şeyin geçip gittiği düşünülürdü geceden. Halbuki kendini avundurmanın başka bir yoluydu. Bir çocuğu şekerle kandırmak gibi bir şeydi buda. Bir umuttu her şeyin yolunda gideceğine inanmak, açılan onlarca, yüzlerce hatta binlerce yeni sayfanın dersleri alınmamış gibi yeni bir yaprak daha açılırdı yeni bir umutla. Geçmişte alınmayan derslerin tekrarıydı bu, tarih tekerrür edecekti göz göre göre. Yapılan yanlışlar düzeltilmek yerine, üzerine yeni bir yanlışla bir yanlış daha eklenecekti. Umuttu, bir heyecan bir belkiydi bu ardı arkası kesilmeyen.

Dışarıya atacaktı kendini, diyorum ya bir umut bir belki ile. Dolaşacaktı kalabalık caddelerde, bir dost bir arkadaşa yada uzun yıllardır görmediği birine rastlamak istiyordu. Dolaştığı caddelerin dükkanlarında ki camlara baka baka yürüyordu. Attığı bakışlar boştu aslında, gördüğünü değil aklından geçirdiklerini görüyordu. İçinden konuşuyordu kendisiyle, bazen saçmalayarak bazense alaycı bir konuşmayla. Canı sıkılmıştı dakikalarca yürüdüğü yolda tek bir kişiye rastlamamıştı. Halbuki zamanında selam vermeden ayak üstü iki sohbet etmeden yürüyemediği bu yollarda, bu caddelerde yalnız ve tek başınaydı onca kalabalığa rağmen. Yürümeye devam ediyordu havanın tüm soğukluğuna rağmen, ısıtacak bir yürek bir söz iki tatlı kelam bulurum umuduyla. Kimi zaman içinden konuşarak kendisiyle, kimi zamanda sözlerini tam hatırlamadığı şarkıyı yarım yamalak mırıldanarak. Kolay değildi yalnız kalmak, hiç alışık olmadığı bir durumdu bu yaşadığı. Her ne kadar hayatında birileri olsa da o yalnızlığı seçmişti belki de isteyerek ve bilerek.

Hava iyice soğumuştu, güneş yerini aya bırakırken gecenin ayazı da yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Bir cafe çarptı gözüne, belki de birilerini görebilirdi orada. Yavaş adımları birden hızlanmıştı, kalp atışları, gözlerinin içi elleri ayakları her biri farklı şekillere girmişti. Umuttu, bir belkiydi bunlara neden. İçeriye girdiğinde hafif loş olan ortama bir göz ucuyla süzüverdi hemen. Tanıdık bir yüz arıyordu, karşılaştığı manzara kapıdan girmeden önceki tüm umutlarını tüm beklilerini daha ilk bakışta yok etmişti. Birilerinin yanında birileri el ele kol kola otururken kendini dışlanmış ve buraya ait olmadığını hissederek girdiği kapıdan kocaman bir hayal kırıklığı ile cehennemden kaçarcasına atı vermişti.

Ne yapacağını bilmiyordu aynı benim gibi bu hikayenin sonunu nasıl getireceğimi bilmediğim gibi. Bazen bizler yani doyumsuz varlıklar çoğu kez etrafımızda insanlar olmasına rağmen kendimizi yalnız hissederiz. Her şeyden kaçmak, yalnız tek başına olmak isteriz. Sonrasında yalnızlığımızdan sıkılıp yalnız olduğumuza isyan ederiz. Bir göz bir el arar dururuz. Yaptığımız hiç bir şey bir tat vermez, sanki dünyanın sonu gelmişçesine. Aslında ufacık şeyler bile bizi mutlu etmeye yeter. Aynı ufacık şeylerin aslında çok büyük sorunlar olduğu gibi. Yetinmek yitirmemektir, ne kendimizi nede bir başkasını.

Neyse daha fazla saçmalamaktan korkuyorum saygılar sevgiler :D

12 Ocak 2012 Perşembe

Bir Kıyamet kopacak Feryat Figan


Sormasan söylemezlerdi sanki
Söyleseler soracak bir şeyde kalmazdı
Kalmayanı zaten soramazlardı

Bir fırtına kopardı yeri göğü inleten
Bir çığlık, bir feryat figan
Göz yaşları akardı toprağı sulayan
Nedeni bilinmeyen, öylesine içten gelen
Bir siktir çekercesine her şeye inat
Geleni geri çevirmek yakışmasa da yakışırdı hiç yakışmadığı gibi
Üşürdü hiç üşümediği gibi
Bir gülücüktü ısıtabilecek yada güç verebilecek
Öyle böyle de değil
Sahte olmayacak içten gelen gülüşler
Bir orospunun zevk alıyormuş gibi yaptığı yapmacık olmayacak
Yada bir pezevengin sattığı kadınların ki gibi süslü püslü cümleleri gibi
İçten olacak hiç olmadığı gibi
Dindirecek ne kadar feryat figan varsa
Duracak durduğu yerde
Yeri gelecek zaman duracak
Yeri gelecek nefesler kesilecek
Kan gelecek ilk gecede ki gibi
Kana susamış bedenler ruhlarını teslim edecek
Tek bir gülümseme yetecek bu bütün her şeye
Konuşanlar susacak
Susanlar konuşmaya başlayacak
O hep gülenler duracak
Üzülenlerin sırası geldiğinde
Bir haykırış bir feryat figan kopacak
İnceldiği yerden kopar gibi
Bir gülüş bir tebessüm yetecek hiç yetmediği gibi…

9 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Kerhane Burası Gireni Çıkanı Belli Olmayan



Bir kerhane burası, herkesin derdi tasası aynı olan. Üç beş dakikalık zevklerin son bulduğu sonsuzluk. Girenin çıkanın haddi hesabı olmadığı bir genel ev. Yapmacık insanların dolup taştığı bir hayat matinesi. Bacak arasına girmeye çalışan, basit insanların toplandığı bir yer burası. Aynı kalp gibi. Kalpte bir kerhane değimlidir zaten. Kimin ne zaman nerede girdiği belli olmayan.

Bir kerhane burası, sahte yüzlerin olduğu. Yalandan duyulan zevklerin, baş kahramanlarının mecburi sevişmelerin yapıldığı bir kerhane burası. Yürek gibi, birileri gelir ve yalandan göz boyamak için gülerler ve giderler. Tecavüze uğrayan bir mağdur gibi.

Bir kerhane burası kimin girdiğinin önemi olmadığı bir kerhane. Parayı verenin düdüğü çaldığı bir kerhane. Üç beş kuruşa duyulan geçici zevklerin yaşandığı bir yer burası. Bir manav tezgahı gibi seçmece seçilen insanların, bedenlerinin saatlik kiralandığı bir yer burası. Yürek gibi, birileri gelir para yerine göstermelik verilen sevginin karşılığında ruhuna girip çıkarlar işte, bir kerhane gibi.



Yürek=Kerhane…

Kimilerine bu benzetme yanlış gelecektir, yada saçmaladığımı düşüneceklerdir. Evet belki saçmalıyor olabilirim de, ama ya haklıysam ? Bir düşünün bugüne kadar hayatınıza giren çıkanları, hayatınıza giripte sizi ağlatanları. Ne farkı var kerhaneye gidip üç beş dakikalık zevk için kendini oradaki insanları basitleştirenlerin, yüreğimize girenlerle ? Bu sadece sevgili değil tabiî ki, eş dost arkadaş, aile. Belki en büyük kazığınızı en yakınınızdan yediniz, ailem dediğiniz insandan. Yada çok güvendiğiniz o sevgilinizden yediniz o kazığı. Aynı kerhanedeki kadın gibi, o karşılığında bir ücret alıyor peki biz? Bizim aldığımız sadece umut, geçici mutluluklar. Ya sonrası ? Sonrası yok, malum işte sonra ne olacağı.
Kimine göre haklıyım kimine göre haksız, saçmalıyorum, kimine görede aptalca. Fark etmez tabiî ki kimin ne düşündüğü, önemli olan içimi dökebilmek değimlidir.. Belki de bende bu şekilde geçiyorumdur yürek denen et parçasının ırzına, yada düşüncelerinize. Farkına varamasakta aslında her gün ırzımıza geçiyorlar. Kimileri sözleriyle, kimileri de düşünceleriyle.

Mesela düşünün bugün iş yerinizde yada okulunuzda yada evinizde başınızdan geçenleri, birilerine kızdınız, yada, öfkelendiniz. İşte o an ruhunuza tecavüze maruz kaldınız ama belki de farkına varamadınız. Yada tv de seyrettiğiniz bir dizi yada program da birine kızdınız en basitinden, hadi hatırlayın tecavüz olayını size tecavüz edeni. Şimdi soruyorum haksız mıyım ?

7 Ocak 2012 Cumartesi

Karmaşık


Susmak sustukça dibe batmaktı aslında, içindekileri haykıramadan durmaktı. Cevaplanabilecek tüm soruları cevaplamak yerine, her birini bir piç gibi ortada bırakmaktı susmak. Haklıyken haksız durumuna düşmekti çoğu kez. Orospu ağzından bir farkı olmayan, yüreğinde büründüğü o kötülük ve şerefsizliğin yaymış olduğu kokudan başka hiçbir boka yaramıyordu konuşmak. Cevap vermek aynı seviyeye düşürse de, susmak, sustukça aslında içinde biriktirdiğin onlarca şeyin farkına varamamaktı aslında. Bir volkan misali patlamaya hazır ve nazırdı bu insan dediğimiz aciz beden. Acizdik, çünkü beyinlerimiz örümcek ağları ile kaplıydı kimi zaman. Yüreklerimizde fesatlık namına ne varsa her bir zerrede her bir metre karede yerleşmiş ve sırasını bekliyordu. Sütte bile leke varken, insanların sütten çıkmış ak kaşık gibi pervazsızca dolaşması illegaldi aslında. Her biri onlarca olan maskelerinin bir tanesini takarak yavşak gülüşmelerle dolaşırken, yaptığımız sadece kendimizi inandırmaktı. İnanmak istiyorduk tüm benliğimizle,yalan yada bir doğrunun hiçbir önemi yoktu. Bir avutma şekliydi belki de bu kendini kandırmanın başka bir yoluydu bu,belkide bir kestirmeydi. İnanmak istiyorduk her şeye rağmen çünkü buna ihtiyacımız vardı, inanmalıydık inanmaya. Şuursuzca, aptalca ve salakça sonunda üzülme pahasına bile olsa bunu yapmaya mecbur ediyorduk kendimizi. İplerin elimizde olduğunu sanarak inanarak ve yanılarak.

Belki de bir kaçıştı bu, yolunu bilmediğimiz bir yerde kestirmeler aramaktı kolay yoldan. Herkesin bir nedeni bir sebebi vardı üretebileceği bahaneler arkasında saklanarak. Sebepsiz yere yapılabilecek bir şey değildi bu, olmamalıydı da. Her insan bir birey, her birey bir insandı aslında, yada her birimiz bir dünyaydık, gezegendik farklı amaçları ve yaşama koşulları olan. Kimimiz iyiyken, kimimiz kötüydü. Kimimiz savaştan bencillikten yanayken, kimimiz barış yanlısı paylaşımcıydı. Kimimiz maskelerin ardın da bir korkak gibi yaşarken, kimimizde maskesiz göğsünü gere gere o yüzünde ki aptal ama bir o kadar samimi yüz ifadesiyle insanlara inanmaya tüm benliği ile teslim olmaya hazır bir şekilde salakça, aptalca çıkardı bu hayat denen er meydanına. Bir savaş yokken yaratılan bu savaş, aynen rahatlık batan bir göt gibi nedensiz sebepsiz kırabildiğince kıran, vurabildiğince vuran ve çektirebildiğince çektiren acımasız bir hale dönüşürken, kimileri de sadece bana dokunmayan yılan bin yaşasın edasında yavşak bir şekilde izlerler.

Susmak yada konuşmak yada izlemek hepsi bir birinden beter boktan bir üçlü olsa da hayat yorucu bıktırıcı değil bunu yapan yine bizleriz biz insanlarız……………

5 Ocak 2012 Perşembe

Her Ruh Tecavüze Uğramaya Mahkumdur


Çoktan unutulurdu unutulması gereken pas tutmuş bir çerçevenin içinde sırıtan iki insandan biri olmak. Varlığı bir dert yokluğu bir dertken yüz tutmuş hatıraların en son deliliydi belki de bu paslı çerçeve. Kimi mazide kalsa da kimi her fırsatta önümüze çıkan bir engeldi. Sokakta yürürken sana hatırlattığı o parfüm kokusu, ve bunun ardından saydığın tonlarca anadan girip babadan çıktığın küfürler. Bir dangalak edasında boş boş baktığın o malca bakışlar. Siktir git demek zor olsada bu düşüncelere yaktığın sigaradan bile bir haz duymadığın ve sadece içmek için ağzına götürdüğün o sigaranın tadı bile zehir zıkkım olurken tek yoldaşını da yarı yolda bırakırsın birden. Yitiren anlamsız anlamları yok yere boş yere avutabildiğin o et parçasını kandırmak kolay olmayacaktır artık. Start vermişindir hayatından çalacağın hırsızlığını yapacağın nalet zamanların. Ardı arkası kesilmeyen küfürlerin bir son durağı olmadan devam edecektir işlediğin günahlar. Hiç bir şey yetmeyecektir ruhuna. Bir hayat kadını gibi alabildiğince alacaksındır içine ne kadar olumsuzluk varsa. Belki mecburiyetten belki de zevkten. Karar veremeyeceksin hiç bir şeye, sarhoş olmak isteyeceksin. Sarhoş oldukça da koyvereceksin, kim geçerse geçsin kim becerecekse becersin becermişliğin ortasında. Zaten her birimiz ruhlarına tecavüz edilen mahluklar değimliyiz ? Ayşe, Ahmet , Mehmet , Fatma kim olursa olsun isimlerinin farklılığı dışında yapılan her bir tecavüz aynı değilmidir ? Biri gelir kendini tatmin edene kadar ruhuna tecavüz edebildiği kadar eder ve sonra siktir olur gider, gidebildiğince uzaklara. Ardında kalan sadece paslı bir çerçeve ve tecavüze uğramış o pis vücudun. Tecavüzden kaçınamıyorsan zevk al diye bir şey yoktur. Aldığın zevk ya üç dakkadır ya beş dakka. Ya peki sonrası ? Duyduğun pişmanlığın tedavisi ?

Neyse bu yazıda anlatmak istediğim bir şey yoktu. Bir mesajımda yoktu, saçmalamak istedim ve saçmaladım o kadar…..

3 Ocak 2012 Salı

Götü Halka Değil Duvara Daya


Üşümüştü kadın, tutacak bir eli yada başını yaslayabileceği bir omuz yoktu. Yalnızlıktı tek derdi, usanmışlığı, hayatın ona sunduğu kazıklardı. Yada yanlış seçimlerinden dolayı yaşadığı olaylardı onu yalnızlığa iten. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi gibi bir şeydi bu hayata bakış açısı. Ne doludan alıp boşu doldurabiliyordu nede doluyu boşaltabiliyordu. Karamsardı her zamankinden, daha boktan bir hayata sahipti artık. Tek umudu onu bu cehennemden çıkartabilecek bir eldi. En azından o öyle düşünüyordu. Muhtaçtı başka bir ele, o elin kime ait olduğunun hiçbir önemi yoktu. Kendi ayaklarının üstünde durması gerekirken o sırtını yaslayabileceği bir yer arıyordu. Ona göre doğru bir karar olsa da aslında sonuç belliydi. Balık baştan kokuyordu her zaman ki gibi. Yine de bir umut diyordu çalıştıramadığı aklınca.

Sigaraya başlamıştı tekrardan, bir de bu yetmezmiş gibi alkolle tanışmıştı her zamankinden daha da bir sıklıkla. Yalnızlığını avutabileceği ama avuttuğunu sandığı ve bunun yanında göz yaşlarıyla süslediği bir sahte eldi bu yaşadıkları. Her zamanki gibi yine kendine yapıyordu tüm kötülüğü. Zaten insan oğlu olarak kötülüklerin en büyüğünü kendimize yapmazmıyız ?

Telefon rehberinden bir umut birkaç kişiyi aradı. Samimiyetsiz gülüşlerle konuşmalarla bir çare bir yardım bekledi aklınca karşı tarafa belli etmemeye çalışsada. Nasılsın sorusuna her zaman ki gibi gerçek olmasa da iyiyim gibi cevaplarla kısa ve net bir şekilde karşılık verse de, aradığı kişilerden bir umut doğmayacağını anladığında kabuk tutan yalnızlık yarasını bilerek ve isteyerek aptalca davranışları sayesinde bir kez daha kanatmıştı, hiç kanatmadığı gibi. Böyle bir durumda başkalarından umut beklemek çok saçmaydı, mantıksız dı aptalcaydı aslında. Denize düşen yılana sarılır hesabı her gördüğüne sarılmaya çalışıyordu. Yeter ki yalnızlığını yok edecek birileri olmalıydı hayatında. Yalnızlığını sonlandırmak için bacak arasını bile süresiz geçişlere açmayı bile göze almıştı. Çaresizliğinin yanında basitleşmeyi de becerebileceğini düşünüyordu. Çaresizlik kötüydü, yorucuydu.

Düşünmesi gerekenleri düşünemiyordu, aciz olmadığının farkına varması gerekiyordu. Bunu yapmak zor gibi gözükse de aslında basitti. Umursamamak lazımdı bazı şeyleri. Her birimiz nedense yalnızlığımızda, mutsuzluğumuz da kendimizden tavizler veririz. Bazılarımız bir köşeye çekilmeyi tercih etse de, bir çoğumuz başkalarına bel bağlayıp başkalarında bir teselli ararız. Oysa ayağa kalkıp, yıkıldığın yerden hayata tekrardan başlamak ve bundan sonra ki atacağımız her bir adımda geçmişte çıkarttığımız, yaşadığımız dersleri göz önünde bulundurarak her zorluğun üstesinden gelmeyi becerebilirsek işte o zaman gerçekten bir birey bir insan olduğumuzun en büyük ispatını gerçekleştirmiş oluruz. Hayat kısa olduğu kadar da bir o kadar uzun aslında. Beş kere, on kere, yüz kere yıkılsak ta önemli olanın ne kadar yıkıldığının olmadığını anlamak zorundayız. Önemli olan her yıkıldığında ayağa kalkabilmektir.

Yaşamaya mecburuz, iyi yada kötü aslında bu bizim elimizde olan seçimlerdir. Bazıları sadece etken olur bu yaşadıklarımıza, bu etkenleri kaldırabilecek tek kişide yine bizizdir. İnsanın önünde her zaman iki seçenek vardır. Kısaca bunara iyi yada kötü diyebiliriz. İyiyi yada kötüyü seçmek bizim elimizde. Beynin var onu çalıştırmak gerek. Kimse size silah zoruyla bir şey yaptırmıyor yada yaptıramaz. Kullanabildiğin kadar insansın, nasıl yaşadığın değil yaşadıkça kendine hayata neler kattığın önemlidir aslında. Yaşamak güzel hele ki yıkıldığın yerden emin adımlarla yere sağlam basıp ayağa kalkabilmek daha da güzel. Çünkü insan kendini sineye çektikçe hayatından çalar. Hayat kısa bir o kadar da uzun ne gerek var çalıp çırpmaya. Ye iç sıç eğlen gül hayat güzel hayat devam ediyor her şeye rağmen…..